23 Mart 2013 Cumartesi

Şiir bahanesidir aşkın!.. Kelebeğin Rüyası...


Şiir gibi bir film Kelebeğin Rüyası... İlk sahneden itibaren sizi avucunuzun içine alıyor ve tek kamerayla kesintisiz olarak çekilmiş yaklaşık 3-4 dakikalık zaman diliminde, Zonguldak madenlerindeki insan manzaralarına odaklanıyorsunuz. Bütün görüntüler şahane; kıyafetler, evler, arabalar derken şiir gibi bir film çıkıyor karşımıza... Bu filmde gördüklerimiz aslında görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'nin vizyonu. Gökhan Tiryaki bir fotoğrafçı hassasiyetiyle müthiş kareler yakalamış. O koskocaman sinema perdesine bu kareleri yerleştirerek unutulmaz sahnelere imza atmış. Sanki Gökhan Tiryaki sinemada bir fotoğraf sergisi açmış gibi...

Kelebeğin Rüyası filminde, İkinci dünya savaşı yıllarında yaşamış şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip'in kısacık süren ömürlerini Yılmaz Erdoğan büyük bir ustalıkla sinemaya aktarmış. Eğer hayatınızda şiire yer yoksa, eğer duygusallıktan hoşlanmam diyorsanız, Kıvanç gibi mankenden bozma bir başrol oyuncuna itibar etmiyorsanız, hayatla dalga geçmeyi bilmiyorsanız bu filme gitmeyin çünkü boşa zaman harcamış olursunuz...


Zonguldak'a babasının yanına okumak için gelen Suzan'a şiirlerini ve kendilerini beğendirmek için iddiaya giren iki şairin hikayesi bu. Bir taraftan savaş yıllarının perişanlığı, bir yandan maden ocaklarındaki dram, bir yanda ise verem.. 


Bir hastalık nasıl olur da iki insanın evlenmesine sebep olabilir ki?.. Rüştü Onur sanatoryumda yatarken bir kıza aşık olur. Artık kıza tedavinin kâr etmeyeceği anlaşılınca taburcu edilir, Rüştü ise o gittikten sonra hastaneden kaçar peşine takılır kızın. Sonra ailesi kızlarının fazla ömrünün kalmadığını bildiklerinden Rüştü ile evlenmelerine izin verirler. Ama öyle bir evliliktir ki bu, iki aşık düşünün; öpüşmek yasak onlara, hatta sarılmak bile. Buna rağmen birbirlerini deli gibi sevebiliyorlar. Hatta Rüştü Onur bir repliğinde

“Senin hastalığın bile güzel” der,
Mediha sorar “Neden öyle dedin?”
Rüştü Onur “Hasta olmasan seni bana vermezlerdi ki!”
Mediha hayran hayran şöyle söyler “Bak yine kötü bir şeyi güzel söyledin…”

Rüştü Onur'u filmde Mert Fırat canlandırıyor. Mert Fırat; ilk olarak “başka dilde aşk” filmiyle dikkatimi çekmişti. O filmde dilsiz bir gencin yaşadığı hayatı sessiz sessiz, hareketleriyle, elleriyle ve mimikleriyle oynuyordu ki oyunculuğuna hayran kalmıştım. Sanırım konuşmadığı için. Bu filmde de son derece güzel bir oyunculuk çıkartmış olmasına rağmen, tiyatro oyuncularının yüksek tonda konuşma alışkanlıklarından olsa gerek, bana bütün konuşmaları rahatsız edici ve yapay geldi, “ezberini oynuyor” dedim her repliğinde. Tiyatrocu kimliğinden sıyrılmadığı sürece bir sinema oyuncusu olamayacak benim nazarımda. Buna rağmen biçilen elbiseye girmiş, rol yakışmış üstüne.. Filmde o kadar çok öksürüyor ki, Yılmaz Erdoğan Mert Fırat'a replik olarak bolca öksürük yazmış ;)


Bir de şiir... Rüştü Onur hastalıktan acı çeken ve nefesi kokan, buna rağmen yine de fabrikaya çalışmaya giden karısı Mediha için şu dizeleri yazmış;

Payıma düşen toprak parçası
Senin de payına düşer
Ayrılık gayrılık yok
Ölüm nefesinde nasıl olsa
Amma henüz vakit erken
Daha gün
Karşı apartmanın balkonunda
Dur bakalım hele
Ben salata satayım
Şair Leyla Sokağı'nda
Sen gene koş
Bez fabrikasındaki
Tezgahının başına
Ölüm içimde
Ölüm dışımda
Ölüm talihsiz aşımda
Ölüm kuru başımda
Teselli benim gözyaşımda. 

Şair Leyla Sokağında sebze satan ve dükkanın üstünde bir göz odada kalan Rüştü'nün bu şiirindeki zaman algısı aslında ne kadar kısadır ama bir kelebeğin ömrüne göre de ne kadar uzundur...


Filmde Muzaffer Onur'u da Kıvanç Tatlıtuğ oynuyor ama nasıl güzel bir rol çıkartıyor, tek kelimeyle oyunculuğu için "müthiş" demem gerek. Behlül’ün jönü, Kuzey’in delikanlısı gitmiş, hafiften kambur, karnı sırtına yapışmış, hiçbir şeyi ciddiye almayan, en dramatik durumlarda bile şaka yapabilen, ölümle bile dalga geçen, silik ve tırnaklarını yiyen bir kişilik ortaya çıkartmış Kıvanç Tatlıtuğ. Bu arada yeni fark ettim; adam gerçek sarışınmış yahu! Demek çakma sarışın sadece kadınlarda oluyormuş ;)


Muzaffer Tayyip’in Heybeliada Sanatoryumuna kadar gidip kapıdan geri dönmesi ve o sırada Başhekimi görerek ona kendi şiirini okuması hafızamdan hiç silinmeyecek bir sahne olarak kaldı. Şu şiiri okumuştu Muzaffer:

Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan...

Gelelim en tartışmalı konuya, filmde Suzan rolünü oynayan Belçin Bilgin'e... Kimilerince aşık olunabilecek bir kadın olabilir Belçin ama ne yazık ki “sinema ışığı” yok!.. Bir sinema oyuncusu güzel olmayabilir, çok iyi rol yapamıyor olabilir ama bir ışığı vardır ve o filmi parlatır, yükseltir ve unutulmaz arasına sokabilir. Eğer Yılmaz Erdoğan karısını bu filmde oynatmak için ısrarcı olmasaymış (belki de karısı ısrar etmiştir, ya ben ya hiç! demiştir) film tam olarak “unutulmazlar” arasına girebilirmiş. Ayrıca 30 yaşında bir kızın bu kadar zengin olmalarına rağmen hala liseye gidiyor olması da bi türlü akıl erdiremedim ;) 


Sonuç; Filme 10 üzerinden 9 veriyorum. O bir puanı da film mutlu sonla bitmediği için kırıyorum :(


Not: Yukarıda görmüş olduğunuz bu fotoğraf 1960'lı yıllarda bir köyde çekilmiş ve bu harika kız şimdilerde yine aynı bu güzellikte. Sevgili dostum Zehra'ya bu fotoğrafı paylaşmama izin verdiği için çok teşekkür ediyorum...

1 Ocak 2013 Salı

Pi'nin Yaşamı - Kaplan Kim?..


Küçük oğlunuz hem Hristiyan, hem Müslüman hem de Hinduizme inanıyorsa, ne yaparsınız?

Sinemacılar durdu durdu yılın son haftalarına sıkıştırdı bütün iddialı filmleri. Elbette bunda Oscar adaylarının yakın bir zamanda açıklanacak olmasının da büyük payı var. Uzun zamandır merakla beklediğim filmi nihayet izleyebildim. İşin içinde Ang Lee olunca merak etmemek elde değil.

Kitabını okuyamadım ne yazık ki (sebebini sevgili arkadaşım izah etsin :), o sebeple nasıl bir senkron tutturmuşlar, gerçek hikayeye bağlı kalmışlar mı, yazarın vermek istediği mesaj filmdekiyle uyuşuyor mu bilemem ama çok net bir şekilde söylemem gerekir ki; Pi'nin Yaşamı tam bir "inanç filmi".. Zaten en baştaki diyalogdan da bunu anlıyoruz. Senelerce çalışmasına rağmen bir türlü kitabını bitiremeyen ilham yoksunu bir yazar Pi'nin amcası ile tanışır ve amcası da ona yardımcı olmak için Pi'ye gönderir. Amca yazara der ki "sana bir hikaye anlatacak ve sen Tanrının varlığına inanacaksın". Pi ise bu söze karşılık "amcam güzel bir yemek için bile bunu der" diyerek mucize ile basitliğin aynı elden çıktığını, görmek istedikten sonra zaten en küçük ve en büyük şeylerin bile bize bunu ispat ettiğini ima eder.

Adettendir kısa bir özet yapayım:
Asıl ismi Piscine Molitor Patel olmasına rağmen kısaca ona Pi diyorlar. Hayır matematikteki Pi sayısıyla ilgisi yok ama Türkçe'mizde olduğu gibi "piscine" hint dilinde de pislik gibi bir anlama denk geliyor. Uzun uzun anlatıyor filmde bu Pi isminin nereden geldiğini.

Hindistan'da bir hayvanat bahçesi idare eden babası ülkenin karışıklığa gittiğini görerek hayvanları da alıp Kanada'ya yerleşmeye karar veriyor. Ama bindikleri Japon şilebi fırtınada batıyor. Pi, Fırtına Tanrısına dua etmek için güverteye çıktığı için (!) gemideki herkes ölüyor ama Pi bir filikaya atlayarak canını kurtarıyor. Onunla birlikte ayağı kırık bir zebra, Portakal Suyu adında bir orangutan, bir sırtlan ve Richard Parker ismiyle (yine bu ismi de uzun uzun anlatıyorlar) bir Bengal Kaplanı ile sandalda yeni, uzun ve zorlu bir yolculuğa başlıyor Pi.

Üç bölüm var filmde.. Birinci bölüm oldukça renkli, kim kimdir, Pi'nin dinlerle tanışma evresi, ikinci bölümde sandalda geçen ve Richard Parker'la olan hayat mücadelesi, üçüncü bölümde ise "inançlıysan eninde sonunda başarırsın"ı anlatıyor. Ayrıca son bölümde bir sürpriz anlatım var, hangi hikayeye inanacağınız size ve bugüne kadarki öğretilerinize kalmış. Mesaj çok açık ve bütün bölümlerde bolca inanç pompalanıyor. Gülün, hüzünlenin, şarkı söyleyin, dans edin, acıyın, korkun her ne görürseniz görün filmde her bir diyalog, her bir kare mesaj yüklü, anlayana...

Film neredeyse bir başyapıt. Kimine göre bir çocuk filmi deyip geçebilirsiniz kimi de içeriğine göre karar verip bolca kafa yorar benim gibi. Ang Lee'nin Oscar aldığı Brokeback Dağı gibi bir film ambiyansı olmamasına rağmen üç boyut efektleri oldukça güzel kullanılmış. Avatardan sonra rastladığım en iyi 3D film. Baş roldeki Suraj Sharma 3000 kişi içinden seçilmiş ve önü açık bir oyuncu. Müzikler Uzak Doğu kültürünün ne kadar mistik ve etkileyici olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Tek takıldığım konu, zebra, sırtlan ve kaplanın tamamen digital olmaları ama bunu da sanırım kimse anlamadı.

Bu film Oscar alır mı derseniz; The Master (büyük ihtimal çoğu Oscar'ı alır) ve Lincoln (sırf Amerikan politikası nedeniyle alabilir) filmlerinden ona sıra geleceğini sanmam, belki en iyi görüntü dalında olabilir. Buna rağmen mutlaka izlenilmesi hatta çocuğunuzla birlikte izlenilmesi gereken bir film.

En başa dönersek; Küçük oğlunuz hem Hristiyan, hem Müslüman hem de Hinduizme inanıyorsa, ne yaparsınız? İşte asıl soru bu!..

Pi annesi tarafından Hindu inancıyla yetiştiriliyor, daha sonra tesadüfen Kiliseyle tanışıyor ve İsa'ya da inanmaya başlıyor. Ve merakı onu Müslümanlığı da anlamaya yönlendiriyor. Aile bir arada yemek yerken Pi önce haç çıkartarak dua ediyor, sonra Tanrı Vishnu'ya şükrediyor ve ardından da namaz kılıyor. Babası Pi'nin bu yaptıklarına sadece "artık birini seçmelisin" dediğinde "neden seçmem gerekiyor, ben hepsine inanıyorum" diyor. Babanın ne dediğini filmde göreceksiniz ama ben de size soruyorum, ya siz olsaydınız ne yapardınız?