23 Mart 2013 Cumartesi

Şiir bahanesidir aşkın!.. Kelebeğin Rüyası...


Şiir gibi bir film Kelebeğin Rüyası... İlk sahneden itibaren sizi avucunuzun içine alıyor ve tek kamerayla kesintisiz olarak çekilmiş yaklaşık 3-4 dakikalık zaman diliminde, Zonguldak madenlerindeki insan manzaralarına odaklanıyorsunuz. Bütün görüntüler şahane; kıyafetler, evler, arabalar derken şiir gibi bir film çıkıyor karşımıza... Bu filmde gördüklerimiz aslında görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'nin vizyonu. Gökhan Tiryaki bir fotoğrafçı hassasiyetiyle müthiş kareler yakalamış. O koskocaman sinema perdesine bu kareleri yerleştirerek unutulmaz sahnelere imza atmış. Sanki Gökhan Tiryaki sinemada bir fotoğraf sergisi açmış gibi...

Kelebeğin Rüyası filminde, İkinci dünya savaşı yıllarında yaşamış şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip'in kısacık süren ömürlerini Yılmaz Erdoğan büyük bir ustalıkla sinemaya aktarmış. Eğer hayatınızda şiire yer yoksa, eğer duygusallıktan hoşlanmam diyorsanız, Kıvanç gibi mankenden bozma bir başrol oyuncuna itibar etmiyorsanız, hayatla dalga geçmeyi bilmiyorsanız bu filme gitmeyin çünkü boşa zaman harcamış olursunuz...


Zonguldak'a babasının yanına okumak için gelen Suzan'a şiirlerini ve kendilerini beğendirmek için iddiaya giren iki şairin hikayesi bu. Bir taraftan savaş yıllarının perişanlığı, bir yandan maden ocaklarındaki dram, bir yanda ise verem.. 


Bir hastalık nasıl olur da iki insanın evlenmesine sebep olabilir ki?.. Rüştü Onur sanatoryumda yatarken bir kıza aşık olur. Artık kıza tedavinin kâr etmeyeceği anlaşılınca taburcu edilir, Rüştü ise o gittikten sonra hastaneden kaçar peşine takılır kızın. Sonra ailesi kızlarının fazla ömrünün kalmadığını bildiklerinden Rüştü ile evlenmelerine izin verirler. Ama öyle bir evliliktir ki bu, iki aşık düşünün; öpüşmek yasak onlara, hatta sarılmak bile. Buna rağmen birbirlerini deli gibi sevebiliyorlar. Hatta Rüştü Onur bir repliğinde

“Senin hastalığın bile güzel” der,
Mediha sorar “Neden öyle dedin?”
Rüştü Onur “Hasta olmasan seni bana vermezlerdi ki!”
Mediha hayran hayran şöyle söyler “Bak yine kötü bir şeyi güzel söyledin…”

Rüştü Onur'u filmde Mert Fırat canlandırıyor. Mert Fırat; ilk olarak “başka dilde aşk” filmiyle dikkatimi çekmişti. O filmde dilsiz bir gencin yaşadığı hayatı sessiz sessiz, hareketleriyle, elleriyle ve mimikleriyle oynuyordu ki oyunculuğuna hayran kalmıştım. Sanırım konuşmadığı için. Bu filmde de son derece güzel bir oyunculuk çıkartmış olmasına rağmen, tiyatro oyuncularının yüksek tonda konuşma alışkanlıklarından olsa gerek, bana bütün konuşmaları rahatsız edici ve yapay geldi, “ezberini oynuyor” dedim her repliğinde. Tiyatrocu kimliğinden sıyrılmadığı sürece bir sinema oyuncusu olamayacak benim nazarımda. Buna rağmen biçilen elbiseye girmiş, rol yakışmış üstüne.. Filmde o kadar çok öksürüyor ki, Yılmaz Erdoğan Mert Fırat'a replik olarak bolca öksürük yazmış ;)


Bir de şiir... Rüştü Onur hastalıktan acı çeken ve nefesi kokan, buna rağmen yine de fabrikaya çalışmaya giden karısı Mediha için şu dizeleri yazmış;

Payıma düşen toprak parçası
Senin de payına düşer
Ayrılık gayrılık yok
Ölüm nefesinde nasıl olsa
Amma henüz vakit erken
Daha gün
Karşı apartmanın balkonunda
Dur bakalım hele
Ben salata satayım
Şair Leyla Sokağı'nda
Sen gene koş
Bez fabrikasındaki
Tezgahının başına
Ölüm içimde
Ölüm dışımda
Ölüm talihsiz aşımda
Ölüm kuru başımda
Teselli benim gözyaşımda. 

Şair Leyla Sokağında sebze satan ve dükkanın üstünde bir göz odada kalan Rüştü'nün bu şiirindeki zaman algısı aslında ne kadar kısadır ama bir kelebeğin ömrüne göre de ne kadar uzundur...


Filmde Muzaffer Onur'u da Kıvanç Tatlıtuğ oynuyor ama nasıl güzel bir rol çıkartıyor, tek kelimeyle oyunculuğu için "müthiş" demem gerek. Behlül’ün jönü, Kuzey’in delikanlısı gitmiş, hafiften kambur, karnı sırtına yapışmış, hiçbir şeyi ciddiye almayan, en dramatik durumlarda bile şaka yapabilen, ölümle bile dalga geçen, silik ve tırnaklarını yiyen bir kişilik ortaya çıkartmış Kıvanç Tatlıtuğ. Bu arada yeni fark ettim; adam gerçek sarışınmış yahu! Demek çakma sarışın sadece kadınlarda oluyormuş ;)


Muzaffer Tayyip’in Heybeliada Sanatoryumuna kadar gidip kapıdan geri dönmesi ve o sırada Başhekimi görerek ona kendi şiirini okuması hafızamdan hiç silinmeyecek bir sahne olarak kaldı. Şu şiiri okumuştu Muzaffer:

Diyecekler ki arkamdan
Ben öldükten sonra
O, yalnız şiir yazardı
Ve yağmurlu gecelerde
Elleri cebinde gezerdi
Yazık diyecek
Hatıra defterimi okuyan
Ne talihsiz adammış
İmanı gevremiş parasızlıktan...

Gelelim en tartışmalı konuya, filmde Suzan rolünü oynayan Belçin Bilgin'e... Kimilerince aşık olunabilecek bir kadın olabilir Belçin ama ne yazık ki “sinema ışığı” yok!.. Bir sinema oyuncusu güzel olmayabilir, çok iyi rol yapamıyor olabilir ama bir ışığı vardır ve o filmi parlatır, yükseltir ve unutulmaz arasına sokabilir. Eğer Yılmaz Erdoğan karısını bu filmde oynatmak için ısrarcı olmasaymış (belki de karısı ısrar etmiştir, ya ben ya hiç! demiştir) film tam olarak “unutulmazlar” arasına girebilirmiş. Ayrıca 30 yaşında bir kızın bu kadar zengin olmalarına rağmen hala liseye gidiyor olması da bi türlü akıl erdiremedim ;) 


Sonuç; Filme 10 üzerinden 9 veriyorum. O bir puanı da film mutlu sonla bitmediği için kırıyorum :(


Not: Yukarıda görmüş olduğunuz bu fotoğraf 1960'lı yıllarda bir köyde çekilmiş ve bu harika kız şimdilerde yine aynı bu güzellikte. Sevgili dostum Zehra'ya bu fotoğrafı paylaşmama izin verdiği için çok teşekkür ediyorum...

1 Ocak 2013 Salı

Pi'nin Yaşamı - Kaplan Kim?..


Küçük oğlunuz hem Hristiyan, hem Müslüman hem de Hinduizme inanıyorsa, ne yaparsınız?

Sinemacılar durdu durdu yılın son haftalarına sıkıştırdı bütün iddialı filmleri. Elbette bunda Oscar adaylarının yakın bir zamanda açıklanacak olmasının da büyük payı var. Uzun zamandır merakla beklediğim filmi nihayet izleyebildim. İşin içinde Ang Lee olunca merak etmemek elde değil.

Kitabını okuyamadım ne yazık ki (sebebini sevgili arkadaşım izah etsin :), o sebeple nasıl bir senkron tutturmuşlar, gerçek hikayeye bağlı kalmışlar mı, yazarın vermek istediği mesaj filmdekiyle uyuşuyor mu bilemem ama çok net bir şekilde söylemem gerekir ki; Pi'nin Yaşamı tam bir "inanç filmi".. Zaten en baştaki diyalogdan da bunu anlıyoruz. Senelerce çalışmasına rağmen bir türlü kitabını bitiremeyen ilham yoksunu bir yazar Pi'nin amcası ile tanışır ve amcası da ona yardımcı olmak için Pi'ye gönderir. Amca yazara der ki "sana bir hikaye anlatacak ve sen Tanrının varlığına inanacaksın". Pi ise bu söze karşılık "amcam güzel bir yemek için bile bunu der" diyerek mucize ile basitliğin aynı elden çıktığını, görmek istedikten sonra zaten en küçük ve en büyük şeylerin bile bize bunu ispat ettiğini ima eder.

Adettendir kısa bir özet yapayım:
Asıl ismi Piscine Molitor Patel olmasına rağmen kısaca ona Pi diyorlar. Hayır matematikteki Pi sayısıyla ilgisi yok ama Türkçe'mizde olduğu gibi "piscine" hint dilinde de pislik gibi bir anlama denk geliyor. Uzun uzun anlatıyor filmde bu Pi isminin nereden geldiğini.

Hindistan'da bir hayvanat bahçesi idare eden babası ülkenin karışıklığa gittiğini görerek hayvanları da alıp Kanada'ya yerleşmeye karar veriyor. Ama bindikleri Japon şilebi fırtınada batıyor. Pi, Fırtına Tanrısına dua etmek için güverteye çıktığı için (!) gemideki herkes ölüyor ama Pi bir filikaya atlayarak canını kurtarıyor. Onunla birlikte ayağı kırık bir zebra, Portakal Suyu adında bir orangutan, bir sırtlan ve Richard Parker ismiyle (yine bu ismi de uzun uzun anlatıyorlar) bir Bengal Kaplanı ile sandalda yeni, uzun ve zorlu bir yolculuğa başlıyor Pi.

Üç bölüm var filmde.. Birinci bölüm oldukça renkli, kim kimdir, Pi'nin dinlerle tanışma evresi, ikinci bölümde sandalda geçen ve Richard Parker'la olan hayat mücadelesi, üçüncü bölümde ise "inançlıysan eninde sonunda başarırsın"ı anlatıyor. Ayrıca son bölümde bir sürpriz anlatım var, hangi hikayeye inanacağınız size ve bugüne kadarki öğretilerinize kalmış. Mesaj çok açık ve bütün bölümlerde bolca inanç pompalanıyor. Gülün, hüzünlenin, şarkı söyleyin, dans edin, acıyın, korkun her ne görürseniz görün filmde her bir diyalog, her bir kare mesaj yüklü, anlayana...

Film neredeyse bir başyapıt. Kimine göre bir çocuk filmi deyip geçebilirsiniz kimi de içeriğine göre karar verip bolca kafa yorar benim gibi. Ang Lee'nin Oscar aldığı Brokeback Dağı gibi bir film ambiyansı olmamasına rağmen üç boyut efektleri oldukça güzel kullanılmış. Avatardan sonra rastladığım en iyi 3D film. Baş roldeki Suraj Sharma 3000 kişi içinden seçilmiş ve önü açık bir oyuncu. Müzikler Uzak Doğu kültürünün ne kadar mistik ve etkileyici olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Tek takıldığım konu, zebra, sırtlan ve kaplanın tamamen digital olmaları ama bunu da sanırım kimse anlamadı.

Bu film Oscar alır mı derseniz; The Master (büyük ihtimal çoğu Oscar'ı alır) ve Lincoln (sırf Amerikan politikası nedeniyle alabilir) filmlerinden ona sıra geleceğini sanmam, belki en iyi görüntü dalında olabilir. Buna rağmen mutlaka izlenilmesi hatta çocuğunuzla birlikte izlenilmesi gereken bir film.

En başa dönersek; Küçük oğlunuz hem Hristiyan, hem Müslüman hem de Hinduizme inanıyorsa, ne yaparsınız? İşte asıl soru bu!..

Pi annesi tarafından Hindu inancıyla yetiştiriliyor, daha sonra tesadüfen Kiliseyle tanışıyor ve İsa'ya da inanmaya başlıyor. Ve merakı onu Müslümanlığı da anlamaya yönlendiriyor. Aile bir arada yemek yerken Pi önce haç çıkartarak dua ediyor, sonra Tanrı Vishnu'ya şükrediyor ve ardından da namaz kılıyor. Babası Pi'nin bu yaptıklarına sadece "artık birini seçmelisin" dediğinde "neden seçmem gerekiyor, ben hepsine inanıyorum" diyor. Babanın ne dediğini filmde göreceksiniz ama ben de size soruyorum, ya siz olsaydınız ne yapardınız?

20 Aralık 2012 Perşembe

Kıyamete 5 kala...

Bir uzuuunn hayat yaşadım...

Kimine göre hayat hep kısadır belki yaşadıklarından öyle keyf almışlardır ki; bir su gibi geçmiştir zaman veya tam tersi, öyle acılarla boğuşmuşlardır ki; güzellikleri görememiş, gördükleri de yetmemiştir yaşadıkları süreye. Hem acıyı hem tatlıyı gördüm bu uzun hayatımda. Hani var ya herkesin sanki çok anlarlarmış gibi devamlı bağladıkları zaman izafiyet teorisi, veya görecelik, işte buna dayanarak zaman ya hızla akıp geçer ya da olduğu yerde durakalır. Kiminle, nerede ve nasıl olduğuna bağlı olarak değişir. Ne yazık ki benim için hiç durmadı, yavaşladı ama hiç durmadı. Yavaşladığı anları da pek hatırlamıyorum. Bir film mi seyrediyorum (2,5 saat = 30 dakika), bir kitap mi okuyorum (1 gün = 1 saat), bir seyahate mı çıkıyorum (1 hafta = 1 gündüz 1 gece) kadar sürüyor. Bu ne hız, bu ne hız, bilmiyorum. Bazense, aynı bulmacalarda sordukları gibi (en kısa zaman birimi) "an" gibi geçip gidiyor. Uykuya yatmış sonra bakmışsın sabah olmuş ve o süre içinde gördüğün onlarca rüyadan sadece biri aklında kalmış ama hayalle gerçek arası, başı ve sonu belirsiz, boşluktaki bir köpük misali tutamıyorsun, dokunsan pıt, yok olacak diye korkuyorsun, uzaktan hayran hayran bakıyorsun.

Aslında hayat aynı buna benziyor, hafızamız ne kadar güçlü olursa olsun geride kalanların yaşanıp yaşanmadığını tam olarak kestiremiyoruz. Öyle ya onca görülen, dokunulan, yenilen veya içilen her neyse nerede?.. Buzdolabının üstüne yapıştırdığımız magnetten başka ne kaldı elle tutulur. Tekrar dönsek tekrar yaşasak mümkün mu geçen zamandaki hayalimsi anıları. İster misin? Ben isterim ama güzel olanları yaşayalım, kötü olanlar olduğu yerde kalsın... Kötüleri de hatırlamıyorum nedense, belki de hatırlamak istemediğim için silmişim belleğimden. Silmeseydim nasıl yaşardım ki hırs kin ve nefret içinde. İyi de yapmışım, aferin bana!..

Sezen Aksu'nun şarkısında dediği gibi; ya "şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" ne yapardım?..

Öyle zor ki bunu cevaplamak...

Yılları verseler işin içinden çıkamam, ne yapacağımı bilemem hatta kuvvetle muhtemeldir ki yine aynı şeyleri yapardım ama bana sadece bir an'ı verseler, işte o an'ı nasıl değerlendireceğimi iyi biliyorum...

Var aklımda bir "an", var...

http://soundcloud.com/mudo91/murat-do-an-kaybolan-y-llar-ve/s-PRbMF

5 Aralık 2012 Çarşamba

Лайка - Laika

Onu sokakta buldular, cılız ve sakin bir köpekti. Buna rağmen dayanıklıydı, yemeğini taştan çıkartan cinsinden. Zaten seçilmesinin nedeni de buydu. Üç köpek arasından besleyici jelleri yemekte en maharetli olan o idi. Yerçekimsiz ortamda yemek yemek hele ki küçük jel yiyecekleri havada kapmak yaşam şansını arttıran bir özellik olarak görünüyordu. Ama ne yazık ki Layka bu jellerden bence hiç birini yiyemedi çünkü ömrü çok kısa oldu yaklaşık 3 bilemediniz 5 saat...

Geçenlerde insan ruhlarından bahsedilen, öldükten sonra nereye gittiği, nasıl oluştuğu anlatılan bir söyleşiye rastladım. En dikkatimi çeken ise; hayvanların ruhlarının olmadığını söylemeleriydi. Şaşırmıştım, duraksadım, düşündüm sonra araştırmaya başladım. Sordum soruşturdum kendimce bir yere geldim. O sıralarda dikkatimi başka bir şey daha çekti, bu güne kadar bilmediğim bir şey.

Uzaya çıkan ve aynı zamanda orada ölen ilk canlı; LAIKA...

Rusçada laika havlayan anlamına geliyormuş ama genel olarak da pek çok köpeğe konulan bir isim.

Bilim insanları uzaya araç gönderiyor olmalarına rağmen orada kimsenin hayatta kalamayacağını düşünüyorlardı. Yapılması gereken çok basitti: bir köpeği uzaya gönderirsin dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır. Bile bile lades. Zaten yaptıkları tenekeden kötü bir araç, sağı solu oynuyor, hiç bir yaşam destek ünitesi yok ve üstelik uzaya gönderilen araç dünyaya geri dönmesi için planlanmamış. Oraya gidecek, yörüngede bir kaç tür atacak sonra yerçekimi ile dünya atmosferine girerek yanacak ve bir kaç parçası da yeryüzüne düşecek.

Bunun için en iyi yöntem sokakta kendi halinde gezen bir kaç köpeği alırsın aralarından soğuğa en dayanıklı (sokakta yaşadıkları ve yuvaları olmadıkları için doğal olarak alışkındırlar), en hafif (laika 5 kg kadardı) ve en sessizini (deneyler yaparken onu bunu ısırmasın) bir kaç hafta alıştırırsın içlerinden birini seçer kimseye hesap verme zorunluluğu da olmadığından atarsın sepete gönderirsin fezaya.

O sıralarda ki 1957 yılından bahsediyoruz teknolojik olarak çok geri bir dönem; bu şartlar altında laikanın geri dönmesi hayatta kalması gibi hiç bir beklenti yok. Hayvan örgütleri bile işin farkında değil. Etik olarak dahi zamanın gazetelerinde buna ilişkin bir tartışma yaşanmamış. Nasıl öldüğüne dair yapılan açıklamada, sputnik II'nin uzaya çıktığı, orada bir hafta kaldığı, laikanın ise 5 gün sonra oksijeninin bitmesinden ötürü öldüğü açıklanmıştı ta ki 2002 yılına kadar bu böyle bilindi. Ama bu uçuşta görev alan bilim insanlarından biri ne zaman hatıralarını yazdı işte o zaman gerçek ortaya çıktı.

Laika araç fırlatıldıktan bir kaç saat sonra roketle kabinin ayrılması anında aşırı ısınma ve bunun sonucunda aracın alev alması sebebiyle yanarak kül olmuştu. Laika o jelleri yiyemedi, hoş yeseydi veya yiyecek kadar zamanı olsaydı da onu zaten 4-5 gün sonra zehirli jel vererek öldürmeyi düşünüyorlardı. Belki buna bile gerek kalmayabilir oksijen bitince de ölebilirdi. Sputnik II görevini yerine getiremedi, hiç bir işe yaramadı fırlatılması hatta sonradan vicdanını rahatlatmaya çalışan bir rus bilim insanı itiraf etti "Hayvanlarla çalışmak hepimiz için bir ıstırap kaynağıdır. Onlara konuşamayan bebekler gibi davranıyoruz. Zaman geçtikçe üzüntüm artıyor. Bunu yapmamalıydık... Bu görevden köpeğin ölümüne değecek kadar çok şey öğrenmedik." Evet onu yaktığınızla, öldürdüğünüzle kaldınız.

Bilmiyorum, eğer insanların ruhu var mı köpeklerin ruhu var mı ama eğer varsa Laika'nın ruhu uzayda dolaşıyor...

Onun kıymetini sonradan anlayan Ruslar bir anıt dikmişler uzay uçuşlarının yapıldığı yerin hemen yanıbaşına... Şimdi çiçekler süslüyor heykelini ama o öldü...


Narsizm

Üç cümleden fazla yazılar okunmuyor ama ben yine de yazdım;) konu ne mi?.. Son zamanlarda insanların en çok yakalandığı gizli hastalık "narsizm"...

Postmodern dünyamızda insanların en kıymet verdikleri şey "önemsenmektir". Oysa ki; yaratılıştan, yetiştirilişimizden, çevremizden ve maddi imkanlarımızdan dolayı yeterli donanıma sahip olamayabiliriz. Belli alanlarda kendimizi yetersiz hissetmemiz de bunlara bağlı olarak değişir. Yetersizlik; kendini eksik, aşağılık, kötü veya sevilmeye layık değilmiş gibi hissetmemize sebep olur.

Çok öfkeli, kötü, çirkin, tembel, aptal, sıkıcı, şişman veya zayıf olabiliriz. Bunu her ne kadar kabul etmesek de bilinçaltımızda bir yerlerde yetersiz olduğumuza dair inanç bütün hayatımızı etkiler ve bütün hayatımızı yönetir. Bilmeyiz, fark etmeyiz, kabul dahi etmeyiz. Bu inanç önünde sonunda yaptıklarımızın bir gün yetersiz olduğunun ortaya çıkacağı, bunun büyük sorunlar oluşturacağı, ilişkilerimizi zedeleyeceği hatta ilişkilerimizin biteceği, bizi yerin dibine sokup rezil edeceği inancıyla perçinlenir ama bilinçaltımıza süpürmekten başka bir girişimde de bulunmayız.

Eleştiriye hiç gelemeyiz, reddedilmek ise öfkeye neden olur. Kıskançlık had safhadadır. Yapılan güzel bir şeyi "bunu neden ben akıl edemedim" diyerek hem yapan kişiyi hedef alır hem de hasetten çatlarız. Çıkış yolu ise iki türlüdür.

Birinci yol kendini içine kapatmaktır.
İkinci yol ise; "bazı" psikiyatristlerin tavsiyelerinine uymaktır. Siz özelsiniz, kendinizi sevin, sizden başka sizi düşünen yoktur, hayat sizin için var, her şey kendinizi sevmekle başlar gibi uyduruk sözleri baş tacı etmektir. Bu ise narsizmin kapılarını aralar, yavaşça içeriye göz atar, süzülerek oraya girer ve narsizim dünyasının o baş döndürücü pembeliklerinde mutlu ama huzursuz bir hayat yaşatır.

Onaylanmak isteği, beğenilmek, beğenilmediğinde baskı yapmak, düşmanca davranışlar, kırıp dökmek, en sonunda boynu bükük bir şekilde kabulleniş "haksızlığa uğradım, hakkımı yediler" demektir...

Narsistlere daha yakından bakın, ama yaklaşmadan, sakın bulaşmayın çünkü her an sizi de düşman belleyebilir...

Konu nerden açıldı derseniz şuradan derim: https://www.facebook.com/mudo91/posts/10200190004853029

Narsizm'in nereden ortaya çıktığına ise vikipedi'deki şu linkten http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji) bakabilirsiniz.

Resim İtalyan ressam Caravaggio'nun "Narcissus" (Ya da "Kendine Aşık Olan Adam") adlı yağlıboya tablosu...

17 Mart 2012 Cumartesi

Külkedisi

Bir mendilde getirdiler onu bana, o kadar minikti.. Her nereye gitsem evde peşimden gelirdi.. Geceleri uyurken yastığımda yatar ufacık burnunu benim burnuma yapıştırır ve nefesimle ısınırdı.. Büyüdü hem de o kadar çabuk büyüdü ki hep minik kalmasını isteyen ben fotoğraflarına baktıkça şaşardım...


Bir gün sabah yine işe gittim akşam ise haytalık yaptım ve ertesi gün akşama kadar eve gelmedim. Kapıyı açtım, yok... Sağa baktım sola baktım derken salonda halının tam ortasında kocaman bir pislik!.. Gözlerim yerinden fırlayacaktı, o kadarla kalsa iyi, bir de onu gizlemek için patileriyle güya kum atar gibi halıyı deşelemiş ve patilerine bulaşan pislik yürüdüğü her yere yapışmış. Her nereye baksam pati izi, her nereye baksam pislik.. Ama kedi ortada yok..


Meğer üstü kapalı olan tuvaletine gizlenmiş, beni görünce daha da dibe girdi.. ve tam 2 gün boyunca hiç oradan çıkmadan kendi kendine eziyet etti.. 


Ben yalnızlığımı onunla paylaştım ama onu yalnız bıraktım, suç kimin :(