20 Aralık 2012 Perşembe

Kıyamete 5 kala...

Bir uzuuunn hayat yaşadım...

Kimine göre hayat hep kısadır belki yaşadıklarından öyle keyf almışlardır ki; bir su gibi geçmiştir zaman veya tam tersi, öyle acılarla boğuşmuşlardır ki; güzellikleri görememiş, gördükleri de yetmemiştir yaşadıkları süreye. Hem acıyı hem tatlıyı gördüm bu uzun hayatımda. Hani var ya herkesin sanki çok anlarlarmış gibi devamlı bağladıkları zaman izafiyet teorisi, veya görecelik, işte buna dayanarak zaman ya hızla akıp geçer ya da olduğu yerde durakalır. Kiminle, nerede ve nasıl olduğuna bağlı olarak değişir. Ne yazık ki benim için hiç durmadı, yavaşladı ama hiç durmadı. Yavaşladığı anları da pek hatırlamıyorum. Bir film mi seyrediyorum (2,5 saat = 30 dakika), bir kitap mi okuyorum (1 gün = 1 saat), bir seyahate mı çıkıyorum (1 hafta = 1 gündüz 1 gece) kadar sürüyor. Bu ne hız, bu ne hız, bilmiyorum. Bazense, aynı bulmacalarda sordukları gibi (en kısa zaman birimi) "an" gibi geçip gidiyor. Uykuya yatmış sonra bakmışsın sabah olmuş ve o süre içinde gördüğün onlarca rüyadan sadece biri aklında kalmış ama hayalle gerçek arası, başı ve sonu belirsiz, boşluktaki bir köpük misali tutamıyorsun, dokunsan pıt, yok olacak diye korkuyorsun, uzaktan hayran hayran bakıyorsun.

Aslında hayat aynı buna benziyor, hafızamız ne kadar güçlü olursa olsun geride kalanların yaşanıp yaşanmadığını tam olarak kestiremiyoruz. Öyle ya onca görülen, dokunulan, yenilen veya içilen her neyse nerede?.. Buzdolabının üstüne yapıştırdığımız magnetten başka ne kaldı elle tutulur. Tekrar dönsek tekrar yaşasak mümkün mu geçen zamandaki hayalimsi anıları. İster misin? Ben isterim ama güzel olanları yaşayalım, kötü olanlar olduğu yerde kalsın... Kötüleri de hatırlamıyorum nedense, belki de hatırlamak istemediğim için silmişim belleğimden. Silmeseydim nasıl yaşardım ki hırs kin ve nefret içinde. İyi de yapmışım, aferin bana!..

Sezen Aksu'nun şarkısında dediği gibi; ya "şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" ne yapardım?..

Öyle zor ki bunu cevaplamak...

Yılları verseler işin içinden çıkamam, ne yapacağımı bilemem hatta kuvvetle muhtemeldir ki yine aynı şeyleri yapardım ama bana sadece bir an'ı verseler, işte o an'ı nasıl değerlendireceğimi iyi biliyorum...

Var aklımda bir "an", var...

http://soundcloud.com/mudo91/murat-do-an-kaybolan-y-llar-ve/s-PRbMF

5 Aralık 2012 Çarşamba

Лайка - Laika

Onu sokakta buldular, cılız ve sakin bir köpekti. Buna rağmen dayanıklıydı, yemeğini taştan çıkartan cinsinden. Zaten seçilmesinin nedeni de buydu. Üç köpek arasından besleyici jelleri yemekte en maharetli olan o idi. Yerçekimsiz ortamda yemek yemek hele ki küçük jel yiyecekleri havada kapmak yaşam şansını arttıran bir özellik olarak görünüyordu. Ama ne yazık ki Layka bu jellerden bence hiç birini yiyemedi çünkü ömrü çok kısa oldu yaklaşık 3 bilemediniz 5 saat...

Geçenlerde insan ruhlarından bahsedilen, öldükten sonra nereye gittiği, nasıl oluştuğu anlatılan bir söyleşiye rastladım. En dikkatimi çeken ise; hayvanların ruhlarının olmadığını söylemeleriydi. Şaşırmıştım, duraksadım, düşündüm sonra araştırmaya başladım. Sordum soruşturdum kendimce bir yere geldim. O sıralarda dikkatimi başka bir şey daha çekti, bu güne kadar bilmediğim bir şey.

Uzaya çıkan ve aynı zamanda orada ölen ilk canlı; LAIKA...

Rusçada laika havlayan anlamına geliyormuş ama genel olarak da pek çok köpeğe konulan bir isim.

Bilim insanları uzaya araç gönderiyor olmalarına rağmen orada kimsenin hayatta kalamayacağını düşünüyorlardı. Yapılması gereken çok basitti: bir köpeği uzaya gönderirsin dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır. Bile bile lades. Zaten yaptıkları tenekeden kötü bir araç, sağı solu oynuyor, hiç bir yaşam destek ünitesi yok ve üstelik uzaya gönderilen araç dünyaya geri dönmesi için planlanmamış. Oraya gidecek, yörüngede bir kaç tür atacak sonra yerçekimi ile dünya atmosferine girerek yanacak ve bir kaç parçası da yeryüzüne düşecek.

Bunun için en iyi yöntem sokakta kendi halinde gezen bir kaç köpeği alırsın aralarından soğuğa en dayanıklı (sokakta yaşadıkları ve yuvaları olmadıkları için doğal olarak alışkındırlar), en hafif (laika 5 kg kadardı) ve en sessizini (deneyler yaparken onu bunu ısırmasın) bir kaç hafta alıştırırsın içlerinden birini seçer kimseye hesap verme zorunluluğu da olmadığından atarsın sepete gönderirsin fezaya.

O sıralarda ki 1957 yılından bahsediyoruz teknolojik olarak çok geri bir dönem; bu şartlar altında laikanın geri dönmesi hayatta kalması gibi hiç bir beklenti yok. Hayvan örgütleri bile işin farkında değil. Etik olarak dahi zamanın gazetelerinde buna ilişkin bir tartışma yaşanmamış. Nasıl öldüğüne dair yapılan açıklamada, sputnik II'nin uzaya çıktığı, orada bir hafta kaldığı, laikanın ise 5 gün sonra oksijeninin bitmesinden ötürü öldüğü açıklanmıştı ta ki 2002 yılına kadar bu böyle bilindi. Ama bu uçuşta görev alan bilim insanlarından biri ne zaman hatıralarını yazdı işte o zaman gerçek ortaya çıktı.

Laika araç fırlatıldıktan bir kaç saat sonra roketle kabinin ayrılması anında aşırı ısınma ve bunun sonucunda aracın alev alması sebebiyle yanarak kül olmuştu. Laika o jelleri yiyemedi, hoş yeseydi veya yiyecek kadar zamanı olsaydı da onu zaten 4-5 gün sonra zehirli jel vererek öldürmeyi düşünüyorlardı. Belki buna bile gerek kalmayabilir oksijen bitince de ölebilirdi. Sputnik II görevini yerine getiremedi, hiç bir işe yaramadı fırlatılması hatta sonradan vicdanını rahatlatmaya çalışan bir rus bilim insanı itiraf etti "Hayvanlarla çalışmak hepimiz için bir ıstırap kaynağıdır. Onlara konuşamayan bebekler gibi davranıyoruz. Zaman geçtikçe üzüntüm artıyor. Bunu yapmamalıydık... Bu görevden köpeğin ölümüne değecek kadar çok şey öğrenmedik." Evet onu yaktığınızla, öldürdüğünüzle kaldınız.

Bilmiyorum, eğer insanların ruhu var mı köpeklerin ruhu var mı ama eğer varsa Laika'nın ruhu uzayda dolaşıyor...

Onun kıymetini sonradan anlayan Ruslar bir anıt dikmişler uzay uçuşlarının yapıldığı yerin hemen yanıbaşına... Şimdi çiçekler süslüyor heykelini ama o öldü...


Narsizm

Üç cümleden fazla yazılar okunmuyor ama ben yine de yazdım;) konu ne mi?.. Son zamanlarda insanların en çok yakalandığı gizli hastalık "narsizm"...

Postmodern dünyamızda insanların en kıymet verdikleri şey "önemsenmektir". Oysa ki; yaratılıştan, yetiştirilişimizden, çevremizden ve maddi imkanlarımızdan dolayı yeterli donanıma sahip olamayabiliriz. Belli alanlarda kendimizi yetersiz hissetmemiz de bunlara bağlı olarak değişir. Yetersizlik; kendini eksik, aşağılık, kötü veya sevilmeye layık değilmiş gibi hissetmemize sebep olur.

Çok öfkeli, kötü, çirkin, tembel, aptal, sıkıcı, şişman veya zayıf olabiliriz. Bunu her ne kadar kabul etmesek de bilinçaltımızda bir yerlerde yetersiz olduğumuza dair inanç bütün hayatımızı etkiler ve bütün hayatımızı yönetir. Bilmeyiz, fark etmeyiz, kabul dahi etmeyiz. Bu inanç önünde sonunda yaptıklarımızın bir gün yetersiz olduğunun ortaya çıkacağı, bunun büyük sorunlar oluşturacağı, ilişkilerimizi zedeleyeceği hatta ilişkilerimizin biteceği, bizi yerin dibine sokup rezil edeceği inancıyla perçinlenir ama bilinçaltımıza süpürmekten başka bir girişimde de bulunmayız.

Eleştiriye hiç gelemeyiz, reddedilmek ise öfkeye neden olur. Kıskançlık had safhadadır. Yapılan güzel bir şeyi "bunu neden ben akıl edemedim" diyerek hem yapan kişiyi hedef alır hem de hasetten çatlarız. Çıkış yolu ise iki türlüdür.

Birinci yol kendini içine kapatmaktır.
İkinci yol ise; "bazı" psikiyatristlerin tavsiyelerinine uymaktır. Siz özelsiniz, kendinizi sevin, sizden başka sizi düşünen yoktur, hayat sizin için var, her şey kendinizi sevmekle başlar gibi uyduruk sözleri baş tacı etmektir. Bu ise narsizmin kapılarını aralar, yavaşça içeriye göz atar, süzülerek oraya girer ve narsizim dünyasının o baş döndürücü pembeliklerinde mutlu ama huzursuz bir hayat yaşatır.

Onaylanmak isteği, beğenilmek, beğenilmediğinde baskı yapmak, düşmanca davranışlar, kırıp dökmek, en sonunda boynu bükük bir şekilde kabulleniş "haksızlığa uğradım, hakkımı yediler" demektir...

Narsistlere daha yakından bakın, ama yaklaşmadan, sakın bulaşmayın çünkü her an sizi de düşman belleyebilir...

Konu nerden açıldı derseniz şuradan derim: https://www.facebook.com/mudo91/posts/10200190004853029

Narsizm'in nereden ortaya çıktığına ise vikipedi'deki şu linkten http://tr.wikipedia.org/wiki/Narkissos_(mitoloji) bakabilirsiniz.

Resim İtalyan ressam Caravaggio'nun "Narcissus" (Ya da "Kendine Aşık Olan Adam") adlı yağlıboya tablosu...

17 Mart 2012 Cumartesi

Külkedisi

Bir mendilde getirdiler onu bana, o kadar minikti.. Her nereye gitsem evde peşimden gelirdi.. Geceleri uyurken yastığımda yatar ufacık burnunu benim burnuma yapıştırır ve nefesimle ısınırdı.. Büyüdü hem de o kadar çabuk büyüdü ki hep minik kalmasını isteyen ben fotoğraflarına baktıkça şaşardım...


Bir gün sabah yine işe gittim akşam ise haytalık yaptım ve ertesi gün akşama kadar eve gelmedim. Kapıyı açtım, yok... Sağa baktım sola baktım derken salonda halının tam ortasında kocaman bir pislik!.. Gözlerim yerinden fırlayacaktı, o kadarla kalsa iyi, bir de onu gizlemek için patileriyle güya kum atar gibi halıyı deşelemiş ve patilerine bulaşan pislik yürüdüğü her yere yapışmış. Her nereye baksam pati izi, her nereye baksam pislik.. Ama kedi ortada yok..


Meğer üstü kapalı olan tuvaletine gizlenmiş, beni görünce daha da dibe girdi.. ve tam 2 gün boyunca hiç oradan çıkmadan kendi kendine eziyet etti.. 


Ben yalnızlığımı onunla paylaştım ama onu yalnız bıraktım, suç kimin :(



9 Mart 2012 Cuma

Bu Akşam Şükrü Tunar'la Meşk Ettim!..

Şükrü Tunar Edremit'liymiş. Bir gün şehre bando takımı gelince herkes gibi o da gitmiş. Daha önceden görmediği bilmediği bir müzik aleti "klarnet"e işte o gün vurulmuş. Derler ki 13 yaşında aldığı klarneti ölünceye dek de bırakmamış. 55 yaşında her sanatçının dileği olan sahnede Zeki Müren'e çalarken ruhunu teslim etmiş. Zeki Müren'in anlattına göre: "ve bir akşam... sahneye çıkışımdan iki dakika sonra kürdili hicazkar peşrevinin sonuna doğru sol koluma yaslanıp düştü, ruhunu teslim etti. yılların klarnet üstadı mabedi olan sahnede can vermişti. yeri dolmayan büyük sanatkarı kaybetmiştik." diye olayı böyle anlatmıştır.

Küçüklüğümden beri klarnetin sesi beni hep etkilemiştir. Sanki o ince borunun deliklerinden aynı çizgi filmlerdeki gibi minik minik notalar uçuşarak çıkar ve beni mest ederdi. Hayal kurmak, diyar diyar dolaşmak bedava. Yeter ki üfleyen olsun. Birbirine girmiş evler, sırt sırta vermiş duvarlarla bir gecekondu mahallesinde yaşıyorduk ve gündüzleri kadınlar yol kenarında o şunu dedi bu şunu kodu yaparken biz de geceleri bahçelere dalıyorduk. Sanki bahçelerde muz var, avakado var, kivi var da!. Altı üstü çürük bir-iki elma çaldıklarımız, onları da bi kere ısırıp atıyoruz, maksat macera olsun. Çok kovaladılar çok koşturdular arkamızdan ama kim tutar bizi it gibiyiz o zamanlar..


Bizim sokağın hemen arkasında Bolu'lu bir aşçı var, oğlu arkadaşımız, kendisi ise aşçı olmasına rağmen Mengenlilere mahsus iki yeteneği de kapmış. 1) adamın zaten mesleği aşçılık 2) klarnet çalıyor, daha ne olsun. Ama onlar "gırnata" diyor. Pazar günleri büyük ihtimal kahvaltısını yapıp evin önündeki sedire oturup gırnatasını da aldı mı, ben duyarım pencereden ve oraya uçuşum iki dakikayı geçmez. Otururum yanı başına o çalar ben dinlerim. Hatırladığım kadarıyla herhangi bir şarkı falan çalmazdı, alabildiğine taksim geçerdi. Bilmezdim hangi makamlar hangi usuller, hangi taksimleri yaptığını. Bu kadar çok düğmeye sadece on parmağıyla nasıl hakim olabildiğini de anlamazdım ama doyulmaz bir tat verirdi bana her nefesi.

Bir gün oldu bana uzattı gırnatayı "dene" dedi. Ağırmış, küçük parmaklarım ulaşmadı, deliklerin birini kapatsam diğeri açıkta kaldı. Üfledim, üfledim, üfledim... Yok... Ses çıkmıyor.. Benden tekrar geri alana kadar üfledim ama nafile ses çıkartamadım. Daha da elime geçmedi meret ama yıllar sonra ney üflemeye çalıştığımda da beceremedim. Nefesim kuvvetli değilmiş onu anladım. Zaten olsaydı hoca olurdum.

Daha sonra gittiğim Bandırma'da sıkça dinledim düğünlerde derneklerde gırnatanın o eşsiz ve büyülü sesini ve sıkça "kulağıma üfle" diyebildim, adettenmiş... Hüsnü Şenlendirici, Serkan Çağrı ve Selim Sesler'i de dinliyorum ama bu akşam Serkan Çağrı'nın Şükrü Tunar albümünden dinlediğim, Sıla'nın söylediği şarkı iyice beni ters köşeye yatırdı.

İçimde bir sıkıntı var
Akşam çöktü ondan mı
Seni görmeseydim yoklar mıydı bilmem
Bu hasret ağrısı
Davetsiz bu hayatın mutlaktır oyunları
Kaybettik mi yoksa kazandık mı
Ben sustum cevabını
Seni görmeseydim yoklar mıydı bilmem
Bu hasret ağrısı
Seni görmeseydim yoklar mıydı bilmem
Bu hasret ağrısı
Zamanı vakti var derken
O gün geldi çattı
Açtım gül kokan gül kurusu bakan
O eski sandığı
Davetsiz bu hayatın mutlaktır oyunları
Kaybettik mi yoksa kazandık mı
Ben sustum cevabını
Evimde hem de baş köşede yer var sakladım
Sen gittikten sonra senden âlâ
Aşk var mı sormadım..

Şükrü Tunar albümü için araştırma yaparken kızına da soruyorlar elbette. Kızı bi tomar nota çıkartıyor Serkan Çağrı'ya. Ama sözler yok. Bunlardan birini Sıla alıyor ve işte yukarıda yazdığım gibi sözleri donatıyor, aşağıdaki gibi de okuyor. Beni de alıp alıp yerlere vuruyor...


Albümde bir de "söyleyemem derdimi" şarkısı var ama o şarkıda Gökhan Tepe "ağ yar" diyeceğine "ah yar" çektiğinden şimdilik bu yazıya zeval getirmesin diye o şarkıyı koymuyorum. Onun için de yazacaklarım var...

5 Mart 2012 Pazartesi

80'li Yılların Büyülü Şarkıları, Vol-1


çiçek çocuklar, 60’lı yıllar hep söylenir durur... ya bizim yıllarımız, yani çocukluk ve gençliğimizi yaşadığımız o 80’li yıllar n’olacak? onca anı, onca şarkı, darbe, bol paça pantolonlar ve çikolata renkli şarkıcıları kim anlatacak?


elbette bulunur biri... belki de sevgili pelin ve ben deniz murat doğan’dır...

tanita tikaram’dı-twist in my sobreity
bandırma şirin mi şirin bir kıyı şehri ve ben hala misafir sayılırım şehirde çünkü geleli en fazla 3 ay olmuş, daha oraya ısınamamış, sık sık ankaraya gidiyorrum, ne zaman ki bir sevgilim oldu işte o zaman oralı olmaya başladım.

acar köşe diye bir yer var, şehrin tam orta yerinde, arkadaşlarla orada buluşuyoruz kızlara laf atıyoruz, arkalarından gidiyoruz, vitrinlere bakıyoruz... bir ayakkabıcı var ki ankara da bile öylesine sosyetik bir ayakkabı dükkanı görmemiştim. dışardaki vitrine sadece birkaç pabuç koymuş olmasına rağmen güzllikleri ve kaliteleri kendini hemen belli ediyordu. biraz çekinerek içeriye girdim ve baktığımda birden beni büyüledi ortam. güzel güzel pabuçlar sakin sakin beni al der gibi duruyorken onların sağından solundan da minik çiçekler rengarenk bir hava katıyordu. ambiyansa asıl ağırlık veren ise: tanita tikaram’dı..

melike demirağ - arkadaş
bizim zamanımızda renault brodwayler yeni çıkmıştı... arkadaşın ablası istanbul dan gelmişti ve evet bu fırsat cidden kaçmazdı doluştuk alabildiğince, sonra şehri turlamaya başladık; o kadar ki şuan anımsayamadığım arkadaşlarım bile arabada vardı. hemen hepimiz üst üste olsak bile bu araba ile gezmek zevkimize asla gölge düşürmüyordu. birden radyoda bir şarkı çalmaya başladı...
Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş
.. hepimiz sus-pus olmuş ilk kez duyduğumuz bu yeni şarkıyı dinliyorduk.. şarkının en sonunda hemen hepimiz ağlamaya başlamıştık; yüreklerimizde dostluğun vermiş olduğu sıcaklığı hissetmiştik .. o güveni .. ve dostluğun anlamını...

yeni türkü - olmasa mektubun
ingilizce olmazsa olmaz bir dilse biz de ingilizcemizi geliştirmek için uzaklardan mektup arkadaşları bulurduk. çeşitli yollardan adresler bulan arkadaşlarımızdan yalvar yakar bu adresleri isteyip, beğendiğimiz her hangi birine ingilizce mektuplar yazardık. ama o kadar azdı ki dilimiz elimizde sözlükler o neydi bu neydi derken, nihayet evet evet başarmıştık.. hemen hepimizin artık mektup arkadaşı olmuştu.. ilk mektubuma karşılığı yaklaşık 1 ay sonra almıştım. avusturyadan bir arkadaş edinmiştim hemen ona cevap yazmam lazımdı ama ne yazık ki mektupta yazanları anlamam neredeyse imkansızdı .. ne yaptım ne ettim bunu başardım ardından da tekrar yolladım... aylar geçti mektubuma cevap alamadım bunun sebebini de asla bilemedim ama o kadar çok üzülmüştüm ki yeni türkü ne zaman “olmasa mektubun” dese çocukluğuma doğru bir yol uzanır gider ...

özdemir erdoğan - ikinci bahar
o zamanlar daha birinci baharını yaşayan ben deniz, bu şarkının farkına ancak yıllar sonra varabildi. hayat aktı, geldi geçti ve dönüp arkamıza baktığımızda gördüğümüz onca şeyden sonra umut fakirin ekmeği misali bir ikinci bahar beklentisi hayal ediyor. bahar nasıl içimizde kuş fısıltılarını açığa çıkartıyorsa bu şarkı da sevdanın ayak seslerinin haberini veriyor... sanki...

ajda pekkan - kimler geldi
kendini bugüne kadar hep korumuş ve hep bir numara olmayı başarmış ajda pekkan o günlerde de yine en çok konuşulan, en çok dinlenen ve en çok seyredilen kadındı. biz onu beğeniyorduk ama ne yazık ki o kendini beğenmiyormuş ki dokundurmadığı yeri kalmadı. her seferinde biraz daha gerdirdi her seferinde biraz daha değişti ve en sonunda 30 yıl önceki ajda pekkandan geriye bi bu şarkı kaldı...

mfö - güllerin içinden
denizi 15 yaşında görmüş biri olarak ucu bucağı olmayan o suları görünce etkilenmemek mümkün mü? ama gördüğüm deniz marmara denizi, sığ, yeşilimsi ve deniz anası dolu.. ne doğru dürüs bir sahili var ne de kumu.. oysa egeden akdenize giderken bodrumun o turkuaz rengi denizinin beni kendine hayran bırakacağını hiç tatmin dahi edemezdim.. bir ilkbahar günü bodruma doğru yol alırken radyoda çalan güllerin içinden şarkısına bütün çiçekler eşlik ediyordu. sadece bir gece kalabildiğim bodrumda sabah uyandığımda penceremden gördüğüm turkuaz mavisi deniz ve bu şarkı benim 1985 yılıma damgasını vurmuştu...

barış manço - alla beni pulla beni
biz onunla büyüdük, her taktığı şeyi ilgiyle izlerdim ama pırasa ıspanak maydanoz laflarını hiç dinlemez hiç de yemezdim bugün de olduğu gibi. yeni çıkarttığı kasetten bahsediyordu herkes, adem oğlu kızgın fırın havva kızı mercimek.. ben ise hiç de sevmemiştim o şarkıyı, beni Deniz Tüneyin o muhteşem vokali cezbetmişti, o “al koynuna yar” dedikçe benim de her seferinde içim içime sığmıyordu. daha sonra radyolar da farketmiş olacak ki bu şarkı bir numaraya yükseldi ve uzun süre de listelerden aşağı inmedi...

cem karaca - ceviz ağacı
gerek darbeden önce gerekse sonrasında hep müzikle ve şiirle içiçe olan biz gençlerin idolleri arasında hep nazım hikmet olmuştur. okuyup sevdalanmış, dinleyip hüzünlenmişizdir. şiirlerini pek çok kişi besteledi ama cem karaca almanyadan döndükten sonra çıkarttığı albümde ceviz ağacı şarkısı hiç dilimizden eksik olmadı. nazım hikmet hayatının büyük bir kısmını kaçak bir şekilde yaşamıştır. hakkında tutuklama kararı çıktığı halde şu bizim meşhur gülhane parkında sevgilisi münevverle buluşurlar, polisi gören nazım kaçacak yer bulamayınca oradaki ceviz ağaçlarından birine tırmanır ve ilginçtir ki polis onu farketmez geçer gider. ondan sonra da “ben bir ceviz ağacıyım gülhane parkında, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında” olarak nazımın dizelerine geçer...

madonna - like a virgin
şu anda moda mıdır bilmem bir zamanlar biz sevdiğimiz artislerin ve şarkıcıların boy boy afişlerini odalarımıza hatta biraz açık saçık olanlarını da laf işitmeyelim diye dolaplarımızın içlerine asardık. benim odamda tek bir kişinin fotoğrafları vardı. Madonna... amerika ve avrupada çıkan albümlerden ancak bir kaç ay hatta bir sene sonra haberimiz olurdu eğer şanslıysak radyolardan dinleyebilirdik. elbette sezen cumhur önal ve erhan konuk’un programlarında izleyebilirsek de balla kaymak olurdu... madonnanın ikinci albümü olmasına rağmen “like a virgin” şarkısı bütün dünyada çok sevildi ve hala da dünya sıralamasında ilk 100 şarkı arasında yer almaktadır.. 7 haziranda madonnayı istanbulda görmek muazzam olacak...

3 Mart 2012 Cumartesi

Aşk kim, biz kim!..

"Ölüm nasıl olur da başlangıcı olmayan bir şeyin sonu olur?"

Seyahati sevmem ama oturduğum yerden yol filmlerini seyretmeye bayılırım.. Bir yol filmi diye düşündüğüm ama seyrettikçe filmin çok daha başka anlamlar içerdiğini gördüğüm "Bab'Aziz" beni bir başka açıdan da çölün gizemli, mistik ve büyülü dünyasına hayran bıraktı.

Nacer Khemir 2005 yılında İran, Tunus, Macar, İngiliz ve Fransızlarla ortak yapmış bu filmi. Aksakallı dedemiz Bab'Aziz ve onun sevimli ama çirkin torunu İshtar çöldeki bir kum fırtınasından sonra kumun içinden sanki yeniden doğarlar. Büyük bir toplantıdan bahsedilir devamlı. Yolu nasıl bulacaklarını soran İshtar'a "yolu bilmiyoruz ama inancı olan kaybolmaz ve herkes yolunu bulmak için en değerli hazinesini kullanır" der dedesi, o sırada onlara katılan bir başka gezgin ise şarkı söyleyerek yolunu arar. Tv yok, radyo yok e öyle olunca vakit geçirmek için çocuğa bişeyler anlatmak gerek ki dedemizde hikaye bol, başlar anlatmaya.

"Zamanın birinde bir prens çölde bir ceylan görür. Simsiyah soylu arap atıyla peşine düşer ceylanın ama daha sonra at gelir prens gelmez. Merak içinde bekleyen halkı onu bir suyun başında kendinden geçmiş bir halde bulur. Gel zaman git zaman prens suya bakarak oturmaktan bıkmaz ama halk usanır ve onu terk eder. Dervişin biri ise onu yalnız bırakmaz yedirir içirir onu bekler. Günün birinde ayaklanan prens kalkar ve yolunu bulmaya çıkar..."

Bu hikayeye başlayan Bab'Aziz'in yolculuğuna zaman zaman başka karakterler de eşlik ederler ve böylece film devam eder. İçinde bir çok gizem barındıran filmin küçük bir kısmını çözsem de daha çözülmesi gereken büyük bir kısım var.

"Dünyadaki ruhlar kadar Tanrı'ya giden yollar vardır..." diyerek Tanrı'ya ulaşmanın insanların ruhlarına dokunmaktan geçtiğini, "ruhunla süpür sevgilinin kapısının önünü, ancak o zaman onun aşkı olursun" diyerek de bunun için çok çalışmak gerektiğini vurgulayan dervişler devamlı surette repliklerinde gerçek dünyanın dışında başka bir dünyaya işaret ediyorlar.

Filmin bir sahnesinde de aşkın ne olduğu o kadar güzel bir şarkıyla anlatılıyor ki; işte o zaman ben de "aşk kim, biz kim" diye bitiriyorum kendimi...


"Bu dünyadaki insanlar mum ateşi önündeki üç kelebek gibidir.
Kelebeklerden ilki ateşe yaklaşmış ve demiş ki; ben aşkı çok iyi bilirim.
İkincisi ateşe yaklaşarak kanadıyla yavaşça dokunmuş ve demiş ki; aşkın ateşinin nasıl yaktığını en iyi ben bilirim.
Üçüncüsü ise kendini ateşin tam ortasına atmış ve anında yanarak kül olmuş.
İşte gerçek aşkı sadece o bilir..."



24 Şubat 2012 Cuma

Gül ile Bülbülün Ne Davası Varmış?..




Elazığ'ın yanık sesi Enver Demirbağ bir türkü okur, türküyü dinleyince içiniz sızlar uzak yollara doğru uzun bir yolculuğa çıkarsınız ister istemez.. Abdullah Gündüz hocamızın dün akşam Kabakçı Konağında düzenlediği dinletide bu türküyü duyunca yine yol göründü bana da, biraz uzaklara daldım gittim.. Türküyü okuyan da yumuşacık sesi ve sakin yorumuyla bizi ihya ederken anında ekonomi sınıfından tek kişilik bir bilet kesti bana da...

Defalarca pek çok türküde, şarkıda ve hikayelerde duyduğumuz Gül ile Bülbülün aşkı aslında hiç de özenilecek bir aşk değil. Çünkü bu ilişkide bülbül her çiçekten bal almaya çalışan bir çapkın, gül ise bülbülün kanından beslenmeye çalışan bir vampir. Bülbül o güzel sesiyle gülü açmaya, gül ise o güzel kokusuyla bülbülü kandırmaya çalışıyor. Gül tomurcuktan açarsa bülbül gülün içindeki kurtçukları yiyecek figanı o nedenledir, bülbülün kanı ise çorak topraklarda gülün yegane cansuyu olacak kokusu bu nedenledir. Mutlak menfaat ve sonu ölüm... Peki her aşk öldürür mü?



Fuzuli de bülbül için şunu der:

Ehl-i temkinem beni benzetme ey gül bülbüle
Derde yok sabrı anın her lahza bin feryadı var

Biraz günümüze çevirecek olursak; gülüm beni bülbül ile karıştırma, ben sende karar verdim, görmez misin bülbülün hiçbir kapıda durduğu yok, kapı kapı dolaşıp ah vah ediyor... Gül dişilik bülbül de erkek tasvirine yakın olarak görecek olursak Fuzuli biraz gül taraftarı gibi geldi bana, bülbüle çakıyor sanki.

Türkünün sözleri ise şöyle:

Yüksek minarede kandiller yanar
Kandilin şavkına bülbüller konar
İnsan sevdiğine böyle mi yanar

Ellerin benimle ne kavgası var
Gül ile bülbülün har davası var

Her ikisini de severim, her ikisi de esin konusu olmuş aşka sevdaya.. Ama eskiden olduğu gibi günümüzde de ne aşk var ne sevgi (!) sadece ve sadece yine menfaat var hayatımızda... Ama anlamadığım şu: Ellerin benimle ne kavgası var?...